Eğitimin kalitesini artırmak için neler yapılabilir?



Aslında "parasız" eğitim olmadığını, eğitimin bedelinin hepimizin ödediği vergilerle karşılandığını defalarca yazdığımı biliyorum. Ancak bedelini ödediğimiz bu hizmetin ne kadar kaliteli verildiğinin hesabını sormadığımızı da biliyorum. Bu hafta da bazı ülkelerin devlet okullarında halkın vergileriyle finanse edilen eğitimin kalitesini arttırmak için nasıl farklı modeller geliştirdiklerinden bahsedeceğim.

Eğitimi ağırlıklı devlet eliyle sunmaya çok alıştık. Halbuki eğitim hizmetlerinde sağlanan asıl fayda, kamu yararıdır. Yani bu hizmeti kimin sunduğundan ziyade, kalitesi önemlidir. Sonuçta kaliteli eğitimden faydalanan, toplumun tamamıdır. Amerika'da eğitimin kalitesini ülke çapında sorgulayan Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın (NCLB) yasası da, Bush döneminde çıkarılmıştır. Bu yasaya göre devlet tarafından finanse edilen okullarda okuyan tüm öğrenciler, merkezi bir sınava giriyorlar ve sınav puanlarına göre, her okula bir not veriliyor. Yasaya göre, her okulun, mesela 5. sınıf öğrencileri, bir önceki 5. sınıf öğrencilerinden daha yüksek puan almak zorundalar. Yani okul, bu başarıyı sağlayacak bir eğitim hizmeti sunmalı. Peki, okul başarısız olursa ne oluyor? Ciddi bir sıkıntı! Toplam 6 yıllık bir sürece yayılan (bazı eyaletlerde bu süre daha kısa) ve okulun tüm yönetim ve öğretim kadrosunun değiştirilmesinden, öğrencilerin başka okullara yönlendirilmesine, okulların yönetiminin "özel sektöre" devrinden okulun tamamen kapatılmasına kadar bir dizi uygulama.

İşte bu süreçte uygulanan modellerden birisi, "kupon" (voucher) sistemi. Eski bir Milli Eğitim Bakanımız tarafından da önerilen bir sistem aslında. Ancak Türkiye'de kamuoyu daha bu modelin ne olduğunu bile öğrenemeden, maalesef "bazı" okullara yönelik teşvik artacak endişesiyle model karşıtı o kadar çok kampanya başladı ki, uygulamaya geçirememiştik. Sonra tam dediğimi karşılamasa da bir teşvik sistemine geçtik. Amerika'da ve dünyada pek çok ülkede kullanılan kupon sisteminde, veliler istedikleri bir özel okula gidebiliyorlar ve eğitim ücretinin bir kısmı devlet tarafından bu kuponlarla karşılanıyor. Bazı eyaletlerde kupon sisteminin alternatifi olarak, "eğitim vergisi kredisi" de kullanılıyor. Yani bireylerin kendilerine düşen "eğitim vergisi tutarını" bireysel olarak seçtikleri okulda kullanma haklarının olması. Bu modelin önde gelen savunucularından birisi de 1976'da Ekonomi alanında Nobel ödülü alan Milton Friedman (ilginizi çekerse, 1995'te Washington Post için yazdığı "Devlet Okulları: Hepsini Özelleştirin - Public Schools: Make Them Private" adlı makalesini okuyabilirsiniz).

Bir başka model de, "charter okul" modeli. Özel okul yatırımcıları epey detayı içeren bir okul projesi sunarlar. Proje onaylanıp okul açılınca yatırımcı, okuldaki öğrenci başına devletten para alır. Bu paranın miktarı devletin kendi okullarında öğrenci başına yaptığı masrafın yaklaşık %90'ıdır. "Charter okul" izinleri beş yıllık verilir. Beş yılın sonunda merkezi sınavlarda belli bir başarıyı tutturamazlarsa, kapatılırlar. Charter okulu hiçbir şekilde öğrenciden ücret talep edemez. Okula kayıtlar da başvuruya göre kurayla yapılır.

Amerika ve farklı ülkelerde her iki modelin de savunucuları ve karşıtları var elbette. Ancak bu modellerin en azından uygulanabilir olmasının başlıca sebeplerinden birisi de, okul bölgelerinin ve okulların temel bütçe kalemlerini kendilerinin yönetiyor olmasıdır.

Eğitim hizmetinin hesap verebilirliği noktasında önerilebilecek değişik modellerde, özel sektörün teşvik edilmesinin önemi de ortaya çıkıyor. Eğitimde özel sektörün gelişmesi, devlet okullarının yükünün azalmasına ve eğitim sektörü için yeni kaynakların üretilmesine yardımcı olacaktır. Eğitimin bu hantal yapısını değiştirmek, hesap verebilir, sorgulanabilir, sonuçları açısından daha verimli bir eğitim sistemi için eğitimde öncelikle hesap sorulabilecek yöneticilere ihtiyacımız var.